Nâfi’ olan Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.
İlk makalemizde idareyi oluşturan kavramlardan dem vurmuştuk. Bu makalemizde bir adım daha uygulamaya yaklaşacak ve prensipleri belirleyeceğiz. Bu prensiplerin gerekliliğini ispat mahiyetinde idarenin gerekliliğini (meşrûiyetini) de ele alacağız.
İslâm düşüncesinde idare kurumu; Allah, insan, toplum ve tabiat arasındaki ilişkiye dair İslâm’ın ontolojik tasavvuruna dayanır. Sadece değersel (axiologique) düzlemde mekanizmaya indirgenemeyen idare, modern sosyal bilimlerde olduğu gibi ekonomi ve hukuktan bağımsız bir disiplin olarak düşünülmez. İslâm medeniyetinde bu alan, ancak fıkıh, ahlâk, kelâm ve felsefenin iç içe olduğu bütünün bir parçası şeklinde anlaşılabilir. İslâm siyaset düşüncesinde sorumluluk sahibi hür insan, kavramlaşmış bütün siyasî faaliyetlerin temel aktörü olarak kabul edilir. İslâm’ın insan tasavvurunda kul olma bilincine sahip kişi, hür iradesiyle ve seçme yetisine sahip olarak yaptığı işlerden her iki dünyada sorumlu tutulacağına inandığından; kendi içinde uyumlu ve dengeli bir yaşam kurmaya, bu uyum ve dengeyi toplum ve tabiatla ilişkisinde de gözetmeye çalışır. Dolayısıyla müslüman fert ile İslâm tasavvuruna göre inşa edilmiş toplum ve devlet arasında çatışma değil; uyum söz konusudur.
Kur’an ve Sünnet’te bireysel yaşantı, birey-toplum ilişkisi ve aile içi ilişkiler hakkında ayrıntılı sayılabilecek düzenlemelere yer verilirken; insan topluluklarının idaresi için belirli ilkelerin ortaya konulmasıyla yetinilmiş, siyasal mekanizmanın alacağı somut biçimler, bu ilkeler çerçevesinde tarih içinde yapılacak bilimsel çalışmalara ve ictihada bırakılmıştır.
Siyaset alanında teorik tartışmaların olgunlaştığı ve önemli tecrübelerin yaşandığı bir dönemin âlimleri olan İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî ve öğrencisi Gazzâlî, siyaset tartışmalarını “kat‘iyyât-zanniyyât” ayırımı üzerinde temellendirerek Kur’an ve Sünnet’in, siyasetin kurucu ilkelerini (kat‘iyyât) ortaya koyduğunu, bunların uygulama aşamasında alacağı teorik yapı ile zanniyyât alanının zaman içinde yapılacak ictihadlara bırakıldığını belirtmişlerdir[1].
Meselâ âdil ve meşrû bir devlet başkanı seçme gereği, kat‘î bir hüküm, nasıl seçileceği ise zannî bir meseledir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra halifenin seçim tarzı olarak farklı usullerin uygulanması Sünnî âlimlerince bu durumun açık delili olarak gösterilir.
İslâm tarihi boyunca kat‘î-zannî ayırımı sayesinde zaman ve mekân değişmesine bağlı farklılıklara göre uygun çözümler uygulamaya konulabilmiş, bunun sonucunda totaliter rejim modellerinin önü tıkandığı gibi, İslâm toplumlarında farklı inançlara sahip zümrelerin kendi din ve kültürlerini korumalarına imkân sağlayan modeller gelişmiş, aslî ilkelere aykırı olmamak şartıyla değişik kurumsal ve siyasal deneyimler kabul edilmiş ve uygulama alanı bulmuştur. Yine bu sayede kat‘iyyât boyutuyla toplumun ve siyasetin inşasını mümkün kılacak ortak bir zemine vurgu yapılırken, modern Batı tecrübesindeki sosyal zemin dışında bir temel kabul etmeyen rölativist anlayışın egemen olmasının da önüne geçilmiştir. İslâmiyet yönetim biçiminde, daha ziyade ehil ve emin bir kişinin seçimle iş başına getirilmesine, devlet başkanının mutlak değil sınırlı bir iktidara sahip olduğu ve Allah’ın huzurunda hesap vereceği bilinci içinde istişare esasına göre iş görüp adaletle hükmetmesine öncelik verilmiştir.
İslâm’da idarenin temel amacı, insanların dünya ve âhiret mutluluğunu kazanacakları ortamın hazırlanması ve sürdürülmesi, yaygın tabiriyle din ve dünya mesâlihinin temini, diğer bir ifadeyle dinin korunması ve dünya işlerinin yönetilmesi olup; bu amaca hizmet edecek bir yöneticinin iş başına getirilmesi esastır.
Kitap ve Sünnet üzerine temellenen İslâm ümmetine ait siyasal yetkinin niteliği ve çerçevesi, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hulefâ-yi Râşidîn’in uygulamalarıyla şekillenmiştir. Bu uygulama, bir nevi temsil sistemi olan biata dayanır.
Sünnî ulemâsına göre halife, ümmetin seçtiği kişi olması dolayısıyla onun temsilcisidir. Ancak hilâfet, mutlak değil sınırlı bir iktidarı temsil eder. Meşrû olmayan hususlarda yöneticilere itaat edilmeyeceği birçok hadiste belirtildiği için[2]halifenin dinî esaslara aykırı kanun koyması, yetki aşımı kabul edilir. Ümmet, imamın (idarecinin) dinî esaslara aykırı karar ve uygulamaları karşısında uyarılar yapma ve toplumsal kargaşaya yol açacak derecede ağır sonuçlar doğurmayacaksa imamı değiştirme yetkisine sahiptir; fakat bunu nasıl gerçekleştireceği belli bir prosedüre bağlanmamıştır[3].
İslâm idare anlayışında yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiler prensip olarak başta adalet, ehliyet, emanet, biat ve istişare olmak üzere bir dizi temel kavram üzerine kurulmuştur.
Bu kavramlara değinmeden evvel, belki de daha temelde bilinmesi gereken çok önemli bir husus vardır ki; o da, idarecinin gerekliliği üzerinde ümmetin icma’ etmiş olmasıdır (fikir birliğine varmış olmasıdır). Peygamberimizin vefatından sonra halifeye biat etme konusunda farklı görüşler ortaya atabilen sahabe efendilerimizden hiçbiri, “idareyi yürütecek bir olmadan da olur” dememiş, “acaba idareci seçmeye gerek var mı?” şüphesine bile yer vermeyecek şekilde idarecinin gerekliliği üzerinde ortak kanaat belirtmişlerdir.
Nitekim fertlerin bir araya gelmesinden oluşan toplumun, başıboşluktan uzak tutulabilmesi için ortak bir idareye tâbi olması da, toplumsal bir kabul ve ortak kanaattir. Zira hem dînî hem de toplumsal görevlerin fert bazında düzenli olarak yerine getirilmesi ve bunun takibi de, idarenin zarûrî meşrûiyetini ispat etmektedir.
Bu tespitlerin ortaya konulmasının ardından, İslâm’ın idâre anlayışının temellendirildiği prensiplere kısaca bir göz atalım:
a) Adalet: Birçok âyet ve hadisteki adalet vurgusundan ve adaletle ilgili açıklamalardan hareketle[4] adaleti kurucu, yaşatıcı ve düzeltici olmak üzere üç boyutta ele almak mümkündür.
Gerek İslâm idare anlayışında, gerekse siyaset tarihinde adalet, meşruiyetin temel vasıtası olarak öne çıkmıştır. Tarih içinde hem birçok eserde hem de uygulamada idarenin, yönetilenler nezdinde meşruiyet kazanabilmesi için; adalet dairesi kavramına başvurulduğu görülmektedir[5].
Adaletin tam anlamıyla gerçekleşmesi, ancak idare edenlerde ve idare edilenlerde din duygusunun diri olması ve dînî hassasiyetlerin diri olmasıyla mümkündür. Çünkü salt ve kesin adalet, sadece semâvî (hak) dinlerin kapsadığı ve istediği bir kavramdır.
b) Ehliyet: Adaletin gereği olduğu kadar sağlıklı karar alınmasını ve uygulanmasını temin etmesi yönüyle ehliyetli olma, iyi bir idarenin zaruri şartıdır. “İş ehil olmayanlara verildiğinde kıyameti bekle!”[6] anlamındaki hadis genellikle siyasî bağlamda yorumlanmıştır.
c) Emanet: Kişisel çıkar gözetmeden ortak yarar için hizmette bulunmanın yanında; yönetimde şeffaf, hesap verebilir olmayı ifade eder. Yöneticilerin güven duygusu oluşturacak icraatta bulunması, yönetilenler tarafından meşrû görülüp benimsenmesine ve aralarında sevgi oluşmasına katkı sağ
d) Biat: Toplumu yönetecek kişinin dînî açıdan meşruiyet kazanmasının yanında; biat, ümmetin katılımını sağladığı için sosyolojik meşruiyeti de ifade eder. Hem “ehlü’l-hal ve’l-akdin (yönetilenler) gerekli şartlara sahip bir kişiyi imam olarak seçmesi” hem de “seçilmiş imama bağlılık sunma” anlamındaki biat prensibinden İslâm tarihi boyunca idarenin saltanata dönüştüğü dönemlerde bile vazgeçilmemiş
Bu prensip işleyiş olarak, daha çok seçilmiş olma ana şartını içerir. Fakat atanmış idarecinin de faaliyetleri esnasında en azından tavır ve davranışlarının biat edilebilir olmasına dikkat etmesi icab eder. Çünkü bilinmelidir ki, atanmışların bile atanma sonrasında dahi; seçimini idare edilenler (ümmet) yapar.
e) İstişare: Bu prensip bir yandan katılımcıların birikimlerinden yararlanmayı, kararların daha iyi anlaşılmasını, kolayca uygulanmasını ve meşrû kabul edilmesini sağlarken; öte yandan yönetilenlerin katılımına yer açarak otoriter yaklaşımların önünü kesme işlevi görür. Bu anlamda Mâverdî, yöneticinin doğruluğundan veya yanlışlığından emin olmadığı konularda akıllı, deneyimli, güvenilir ve sorumluluk bilinci taşıyan kimselere danışmadan nihaî karar vermemesi gerektiğini ifade eder[7].
Sayılan bu prensiplerin gerekliliğinin ispatı mahiyetinde unutulmamalıdır ki, parlak bile olsa prensipleri hiçe sayan (bir anlamda ülkü üstü) idârî dönemler, çok kısa ömürlü olmuştur. Tarih buna şahittir.
Prensiplerin sürekliliği bağlamında akılda tutulması gereken ise, ortam ve koşulların sürekli olmamasıdır. Prensiplerin sürekliliğinde olmazsa olmaz denebilecek gereklilik olan mutlak ve sürekli yenilenmeler, çeşitli sebeplerin bir araya gelmesinin; böylece oluşan yeni ortamların ve bu ortamlar içindeki koşulların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Bir başka deyişle idare, statik yapılanmayı kaldırmayacağından, idareye gelenlerin sürekli yenilenme gerekliliğini diri tutmaları ve dinamizmi temin amacıyla ortam ve koşulları hatta algıları ve ilgileri bile takip edebiliyor, yönetebiliyor olmaları gerekmektedir. Örnek teşkil etmesi amacıyla Peygamberimiz ile Hz. Ömer arasında geçen şu konuşma ufuk açıcıdır: Medine’ye hicretten sonra Müreysî Gazvesi (Savaşı) esnasında muhacir (Mekke’den Medine’ye hivret eden) ve ensardan (Mekke’den hicret edenlere Medine’de sahip çıkan) iki kişi arasında çıkan tartışmayı fırsat bilen meşhûr münâfık[8] Abdullah b. Übeyy, Müslümanların aralarını açmak istediğinde bu durum, Peygamber Efendimiz’e ve beraberindeki Hz. Ömer’e intikal eder. Hz. Ömer, Abdullah b. Übeyy’in başının vurulmasını önerir. İdarecilik timsali Efendimiz ise: “Yâ Ömer, etrafımızdakiler Muhammed, arkadaşlarını öldürüyor desinler mi istiyorsun?” cevabını vermişlerdir[9]. Buradaki yaklaşım, hem ortam ve koşulların, hem de algı ve ilginin yakından takibi ve yönetiminin zaruretini de belgelemektedir.
İdareyi elinde bulunduranlar açısından değişmeyen bir gerçek vardır. O da, idare kavramının kalıcılığıdır. Üstelik kalıcı olan idare kavramı, doğru prensiplerin doğru yöntemlerle ısrarla uygulanması ile kâim ve dâimdir. Bu meyanda, idareyi elinde bulunduranlar bilmelidir ki, idare kavramını ayakta tutan; meşrûiyetinin zeminini oluşturan prensiplere uymayan bir idareci, kısa ömürlü olmaya mecburdur. Çünkü kâim ve dâim olan idare kavramı, kendi prensiplerini icra etmek şartıyla faillerini muhafaza edecektir. Failler, fillerin olmazsa olmalarına itaatle memurdur.
Vesselâm…
[1] Cüveynî, el-İrşâd, s. 351-354.
[2] Meselâ bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 129; Buhârî, Sahih, “Aĥkâm”, 4; Müslim, Sahih, “İmâre”, 39.
[3] Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 139; Gazzâlî, el-İķtiśâd fi’l-itiķād, s. 240.
[4] Bk. en-Nahl 16/90; el-Hadîd 57/25.
[5] Bu kavram hakkında bir açıklama için bk. Bedreddin İbn Cemâa, Müstenedü’l-ecnâd, s. 109-110.
[6] Buhârî, “İlim”, 2.
[7] Mâverdî, Teshîlü’n-nažar, s. 166-167; İleri okumalar için TDV, İslâm Ansiklopedisi, Siyâset mad., XXXVII, s. 294-298.
[8] Münafık kavramı için bkz. TDV. Kur’ân Yolu Tefsiri, V, s. 357, 358.
[9] Buhârî, “Tefsîr”, 63.